The Holdovers: Geride Bırakılan Ruhların Manifestosu
The Holdovers; yönetmen Alexander Payne’in yönettiği, ödül sezonuna pek çok adaylık ve galibiyet sığdıran komedi-drama filmi. 96. Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu gibi kategoriler dahil olmak üzere toplam 5 adaylığı bulunan yapım sezonun önde gelen yapımlarından biri olmayı başardı. Özellikle oyuncu performansları bazında Altın Küre ve BAFTA ödüllerinden eli boş dönmedi.
Hikayesi 1970’li yıllarda geçen The Holdovers, bir bakıma tipik bir Noel draması şeklinde izleyicinin karşısına çıkıyor. Aslında tezat bir biçimde, büyük oranda Noel sıcaklığından ziyade yalnızlığın ve geride bırakılmışlığın altında kalan karakterleriyle “Noel soğukluğu”nu bize hissettiren bir hikaye. Filmin yükünü başarılı şekilde sırtlayan üç karakteriyle (Paul Hunham-Mary Lamb-Angus Tully) ve bu karakterlerin aralarındaki güçlü kimyayla basit sayılabilecek bir hikaye kendi açısından daha özgün bir konuma ulaşıyor. Belki de filmde üzerinde en çok durulması gereken noktanın, bu üç karakterin enfes birlikteliği ve kimyası olduğunu söyleyebiliriz. Paul Giamatti’nin hayat verdiği ve bir öğretmen olan Paul Hunham karakterinin, 1970’li yıllarda Barton adındaki bir yatılı okulda noel tatiline gidemeyen öğrenci grubuyla baş başa kalmasıyla hikaye başlıyor. Bir süre sonra yalnızca Angus adındaki öğrencinin tek öğrenci olarak kaldığı tatilde Angus, Paul ve Mary karakterlerinin dramatik bir örgü içinde birbirlerinin ilişkilerinin gelişimine şahit oluyoruz.
Filmin Angus karakterinin etkisiyle bir Noel dramasının dışında bir coming of age özellikleri de gösterdiğini söyleyebiliriz. Zira Angus, ailevi sorunları olan ve yalnız bırakılmış bir karakter olarak ortaya çıkıyor. Film boyunca onun, öğretmeni Paul ve okulun hizmetlerinden sorumlu olan baş aşçı Mary ile ilişkisinde ve yaşadıkları sonucunda değişimlerini gözlemliyoruz. Hikayedeki esas bağlamın aslında bu üç karakterin, filmin isminden de anlaşılacağı üzere bir şekilde hayatın onlara acımasız yüzünü göstermesiyle geride bırakılmış ruhlar olduğu noktasında toplanıyor. Bu geride bırakılmışların bir araya gelişi ve onların dramalarını izlemek bu bakımdan filmin temelini oluşturuyor. Bu karakterlerin geçmişlerinde yaşadıkları veya içinde bulundukları acı durumların ekrana etkili yansıtıldığı şüphesiz. Bu atmosfer iyi bir biçimde resmediliyor. Ailesi tarafından kendisine pek değer verilmeyen Angus ve oğlunu kaybetmiş Mary bakımından bu karakterlerin psikolojilerinin etkili biçimde tespit edilip ortaya konulduğunu söylememiz mümkün. Sorunları olan bu karakterlerin birbirlerine merhem olacak bir noel hikayesinin içinde birlikte yaşadıklarının aktarılış şekli izleyicinin ruhuna dokunuyor. Biraz huysuz bir karakteri olan öğretmen Paul ile öğrencisi Angus arasında gelişen yakınlığın ve bir bakıma dostluğun adım adım işlenişi filmin hikaye bakımından artı noktalarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Filmde dakikalar ilerledikçe bu ikilinin bağını Scent of a Woman’daki Frank ve Charlie ilişkisine yer yer benzettiğimi ifade edebilirim. İki filmde de yaşça büyük olan karakterin yaşça küçük olanın akıl hocası konumunda olması ve duygusal örgünün benzer şekilde kurulması bu benzerliği düşünmeye sevk ediyor insanı. İncelemenin başında noel soğukluğu tabirini kullanmıştım. Bu soğukluk, yalnızlık duygusu ve değersiz hissetme, filmdeki üç karakterin birbirleriyle olan dinamiğinin gelişimiyle yerini tatlı bir sıcaklığa bırakıyor. Bu değişimde Alexander Payne’nin sade, gösterişsiz ama dokunaklı anlatımının olduğunu söylemek mümkün. Karakterlerin hüzünleri ve acıları abartıya kaçmadan, ajitasyona yer vermeyecek şekilde aktarılıyor izleyiciye. Aynı zamanda akıcı ve izleyiciyi sıkmayan bir yapısı olduğunu da söylemek gerekiyor.
Yas duygusu, aile ilişkileri, yalnızlık, dostluk gibi kavramları sağlam bir dille tanımladığını söyleyebiliriz Alexander Payne’in. Burada insanlara karşı önyargılı olunmamasının ve insanların, tanımadıklarının hayatlarında aslında neler olup bittiğini bilmemesinin vurgulandığını görüyoruz. Bu vurgunun filmde kurulan dostluk ilişkileriyle başarılı şekilde verildiğini söyleyebiliriz. Ama bunların yanında filmdeki esas noktanın insan için aile kavramının belki de bambaşka bir yerde olduğuyla alakalı. İnsanın bazen eksikliğini hissettiği aile olgusunun aslında hiç beklemediğiniz bir ortamda ve hiç beklemediğiniz insanlarla olabilmesiyle ilgili. Bunun dışında yaşanılan hayal kırıklıklarının büyüklüğünü kabul edip geleceğe de umutla bakabilmeyi görüyoruz filmin bazı sahnelerinde ve detaylarında. Filmdeki bu üç hüzünlü ruhun gelişim çizgilerinde bu noktaları bulabiliyoruz. Bütün bunların yanında karakterlerin sınırları çizilmiş bir karakterizasyona sıkıştırıldığını da söylemek yanlış olmayabilir. Belli klişe kalıpların arasına konumlandırıldıklarını da görebiliyoruz. Filmin mizahi bir yönü olduğunu da söyleyebiliriz. Bu mizahi dil, filmin bilgelik amacına yönelik bir nokta olarak göze çarpıyor. Yerinde kullanılan bu enstrüman belli mesajları ve açıklamaları simgeliyor.
Alexander Payne ve Paul Giamatti’yi Sideways filminde de beraber görmüştük. Bu ikilinin kimyasının uyuştuğunu bu filmde de uzun yıllar sonrasında tekrar görmüş olduk. Nitekim Payne’nin bu filmdeki dokunuşlarının Giamatti’nin performansına olumlu bir etkide bulunduğunu görüyoruz. Bu sayede de yılın en iyi performanslarından birinin Giamatti’den geldiğine tanık oluyoruz. Giamatti’nin yalın ama vurucu performansını bu film bazında göz önünde tutmak gerekiyor. Giamatti’nin oyunu filmin en iyi noktalarından biri. Bunun meyvesini de topladığını ödül sezonundaki başarısıyla gördük. Zira bu performans, Giamatti’ye bir Altın Küre de getirdi. Akademi Ödülleri’nde de En İyi Erkek Oyuncu ödülü açısından Cillian Murphy ile kıyasıya bir rekabette olduğu ortada. Öte yandan Mary karakteriyle Da’Vine Joy Randolph’un performansı da sezona damgasını vuran performanslardan biri. Randolph’un oyunu, canlandırdığı karakterin sınırlarını zorladığını düşünüyorum. Bu başarı ona Altın Küre ve BAFTA ödüllerini de getirdi. Akademi Ödülleri’nde de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü kazanması garanti gibi görünüyor. Burada bir de Angus karakterini canlandıran genç oyuncu Dominic Sessa’ya da bir parantez açmakta fayda var. Onun ortaya koyduğu iş de gözden kaçırılmamalı.
Bu film için yapabileceğim en büyük tespitlerden biri, filmin 1990’lı yıllardaki dramalara benzemesi. Yarattığı atmosfer, karakterler arasındaki samimiyet, filmdeki renk paleti gibi unsurlar beni 1990’lardaki sinemaya ışınladı. Görsel açıdan da kullanılan araçlarla film sanki günümüzde değil de o yıllarda çekilmiş gibi duruyor. Hikayesinden görselliğine ve müziklerine dek pek çok elementi bu yıllara aitmiş hissiyatı doğuruyor. Aslında klişeye yakın bir noel draması gibi duran filmin bende ve çoğu izleyicide olumlu bir karşılık almasının sebeplerinden biri de o yıllardan esintiler taşımasından kaynaklanıyor olabilir. Belli kalıplar arasında göründüğünü ifade etsem de kendinden pek çok şey barındırdığını tekrardan söylememde bir sakınca yok gibi.
The Holdovers, bu yılın başarılı işlerinden biri kesinlikle. Çok sıra dışı ve özgün bir esere eriştiğimizi düşünmesem de 1990’ların tatlı dramalarından aldığım tadı bu filmden aldığımı söyleyebilirim. Bazı filmleri sevebilmek için o filmlerin sahip olduğumuzdan emin olduğumuz ama aslında ara ara hatırlatılması gereken bazı duyguları ve erdemleri bize tekrardan hatırlatması bile yeterli oluyor ve nitekim The Holdovers da benim için böyle.
The Holdovers: Geride Bırakılan Ruhların Manifestosu