Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri The Father: Benliğini Kaybetmenin Hikayesi (İnceleme)

The Father: Benliğini Kaybetmenin Hikayesi (İnceleme)

Yazar: Mustafa Doğan

The Father: Benliğini Kaybetmenin Hikayesi (İnceleme)

Son günlerin en çok konuşulan filmlerinden biri olan The Father, bu ilgisini gerçekten başarılı bir yapım olmasına borçlu. Ayrıca bu başarıyı yalnızca kadrosundaki Anthony Hopkins ve Olivia Colman gibi usta oyuncularla değil yıldızı parlayan yönetmenin konuyu ele alış biçimiyle ve anlatım gücüyle de yakalıyor. Konu, performans, yönetim ve kurgunun da bir harmoni içinde olması, karşımıza okuması kayda değer bir kompozisyon çıkarıyor. Gelin bu saydığım ögeleri daha yakından inceleyelim.

Anlatım Gücü:

The Father, ödüllü bir oyun yazarı olan Florian Zeller tarafından kaleme alınmış Le Père adlı tiyatro oyundan; yine Florian Zeller tarafından sinemaya uyarlanan bir yapım. Yazarın yönetmen koltuğunda oturduğu otör filmlerden biri olan The Father, haliyle edebi yönüyle alışık olduğumuz sinema anlatısının üzerinde olmayı başarıyor. Edebiyatın sinemayla olan birlikteliğinin en güncel örneklerinden olması, onun önümüzdeki dönemlerde bir modern klasik olarak anılmasına sebep olacaktır. Sinemayla yeni tanışan yönetmen, bu alanda deneyimsiz olsa da yazarlık mesleğindeki tecrübesinin senaryo üzerindeki yansımaları bariz ölçüde belli oluyor. Uzun plan sekanslarla da alışıldık tiyatral havayı sağlıyor. Bize kalın ciltli, tuğla gibi kitapları bile kısa sürelerde bitirmemizi sağlayan o edebi güç bu filmde de kendisini gösteriyor ve film akıp gidiyor.

Konu ve Kurgu Uyumu:

İhtiyarlığın bir sonucu olarak demans hastalığına yakalan Anthony karakterinin çevresinde olup biteni bir de “onların” gözünden gördüğümüz filmin konusu tahmin edebileceğiniz gibi hafıza sorunu. Etrafımızda birçok insanın bu hastalığın etkisinde olduğunu ve kendisinden çok çevresindekileri yorduğunu görürüz fakat filmde bu soruna bir dış gözden değil olayların merkezinden bakıyoruz. Filmin baştan sona her sahnesinin içinde olan Anthony Hopkins, tüm deneyimi ve yeteneğiyle bize bu hastalığa yakalanmış insanların ruh halini yine ürpertici bir performansla sunuyor ama buna geçmeden önce filmin kurgusundan bahsetmek istiyorum.

Hafıza sorunu sinemada daha önce farklı şekillerde işlendi. Bunun en özgün örneği de Christopher Nolan’ı üne kavuşturan Memento filmiydi. Bu filmde baş karakterin sürekli hafıza kaybı yaşamasını kurguyla ifade etmek isteyen Nolan, filmi kronolojik olarak geriye saran bir kurguyla bizi hiç anlam veremediğimiz olayların içine atıyor ve böylece tıpkı karakterimiz gibi biz de hafızamızda yer etmeyen olayları çözmeye çalışıyorduk. Yönetmenin bu tercihi filmi seyirlik bir yapım olmaktan çıkarıp, bu sorunla yüzleşen insanın yerine seyirciyi de koyup yorucu bir tecrübe yaratıyordu. Memento kurgu-konu uyumu olarak sinema dünyasında kendine özel bir yer kazanmıştı. Memento’da işlenen konuyu hayatın daha içinden bir hastalık olan Alzheimer ile kendi eserinde kullanan yönetmen tıpkı Nolan gibi kurguyu baş karakterin çevre ve zaman algısına göre şekillendiriyor.

Yönetmen hastalık sürecini kronolojik olarak vermek yerine, bize baba kız ilişkisi etrafında şekillenen olayları tıpkı bir demans hastasının algı dünyası gibi iç içe geçmiş, doğrusal olmayan bir zaman-mekan ekseninde veriyor. Böylece biz de tıpkı Anthony karakteri gibi dünyaya yabancı kalmaya başlıyoruz, yaşananları anlamsız ve açıklanamaz buluyoruz. Bu arada film azheimerla karşı kaşıya gelen bir insanın gösterebildiği tüm davranışları tekrara düşmeden gösteriyor. Ama en çok da bir demans hastasının önce çevreyi ve zamanı sonra kendisini tanıyamamaya başlama süreci ilmek ilmek işliyor ve bize de yaşatıyor. Kurgu sayesinde de bir insanın kendi içinde kayboluşuna birinci elden tanık oluyoruz.

Tüm bunlara rağmen filmde izleyicinin karakterle bütünleşmesini sağlayan en büyük unsur filmin her saniyesinde dengeyi bozmadan oynayan, adeta karakteri yaşayan Anthony Hopkins’in kariyerinin en başarılı performanslarından birini sergilemesidir. Karakterin hem mağrur hem çocuksu yanlarını çok doğal bir şekilde uyum içinde sergileyen Hopkins oynadığı kişiyi huysuz bir ihtiyar olmaktan çıkarıp karaktere derinlik katıyor. Anthony Hopkins’in kızı rolünde gördüğümüz Olivia Colman’la olan sahnelerinde bir film izliyor değil de elli yıldır süregelen gerçek bir baba kız ilişkisine tanık oluyor gibiyiz. Colman’ın sahne içindeki doğal denebilecek tepkileri karakterin gerçek ruh halini ve babasına olan duygularını seyirciye hiç göze sokmadan veriyor. İki usta oyuncunun domine ettiği film oyunculuk açısından yılın en iyilerinden.

Altı dalda akademi adayı olarak gösterilen The Father hemen hemen hepsini kazabilecek potansiyale sahip olmasına rağmen akademinin son yıllarda belli formülü kullanan filmlere ödül verdiğini düşünürsek en iyi film ödülünü boş geçeceğini söyleyebiliriz. Fakat kurgu ve oyunculuk dallarında kazanması mümkün. Anthony Hopkins özellikle bu ödülü hak ediyor fakat her zaman hak edenin aldığını söylemek zor. The Father akademiden ödülsüz dönse bile bu onun modern bir klasik olduğunu ve Hopkins’in olağanüstü bir performans sergilediğini değiştirmez.

The Father: Benliğini Kaybetmenin Hikayesi (İnceleme)

Mustafa Doğan’ın Diğer Yazıları İçin Tıklayın.

Bunlar da ilginizi çekebilir

1 Yorum:

Avatar
Merve 04/04/2021 - 11:05

Cümlelerin akışı ve anlatım çok güzel başarılı bir inceleme

Yanıtla

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...