Anasayfa İncelemelerFilm İncelemeleri Perfect Days: Şimdinin Değeri

Perfect Days: Şimdinin Değeri

Yazar: Betül Aydoğan

Perfect Days: Şimdinin Değeri

Wim Wenders’ın ‘Perfect Days’ filmi, 2023 Cannes Film Festivali’nde Kōji Yakusho’ya en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırırken Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ına da aday gösterildi. ‘Perfect Days’, yaşadığımız yüzyılın hız takıntısı, zaman kaybetmeme kaygısı, bitmek bilmeyen gelecek planları ve hırslarla dolu düzenine çok güzel bir hatırlatma sunuyor. Film, Türkiye seyircisiyle ilk olarak 2023 Filmekimi kapsamında buluşmuş olsa da ben filmi 43. İstanbul Film Festivali’nde izleme fırsatı buldum ve şanslıyım ki film sonrası yönetmen Wim Wenders ve Kōji Yakusho’nun söyleşisine katılabildim. Oyuncusuna “Onur Ödülü” vermeden önce Wim Wenders, onun hakkında şu sözlerle bahsetti:

“Bize oyuncu olduğunu unutturan, yönetmene rol yaptığını unutturan birisi. Zaten rol yapmıyor, karakterin kendisine dönüşüyor. Ben daha ne istediğimi söylemeden o benim ne isteyeceğimi, neler umduğumu, karaktere dair hayallerime kadar o zaten biliyor. Onun bu yetkinliği sayesinde ben de yönetmen olarak yapacak bir işim kalmadığını hissediyorum. Çünkü belgesellerde olduğu gibi doğru yerde doğru zamanda olup onu doğru şekilde takip edip onun bu yolculuğuna şahitlik etmek istiyorum. Rol yapmıyorsun, hayatın ta kendisi oluyorsun. Nasıl sensiz hikâye anlatacağım bundan sonra bilmiyorum çünkü oyuncularla çalışmak zorunda kalacağım. Ne dersin birlikte çalışalım mı? Sen bir aktör olma ben de bir yönetmen olmayayım. Yine de bu ödülü tanıdığım tüm şahane aktörlerden daha çok hak ediyorsun.”

Perfect Days filmini izledikten sonra Wim Wenders’ın bu sözleri anlam buluyor. Kōji Yakusho Tokyo’da bir tuvalet temizlikçisi olan Hirayama karakterini canlandırmıyor, Wenders’ın da deyimiyle ona ve onun hayatına dönüşüyor. Hirayama’nın, günümüz insanına kıyasla farklı bulabileceğimiz birçok özelliği var ve sanki unuttuğumuz bir çağdan geliyor.

NOT: Yazı bu aşamadan sonra spoiler içeriyor.

Hirayama karakteri, kendi yapılandırdığı bir hayat düzeninin içinde yaşıyor. Onun hiç aksatmadığı rutinlerde bulduğu huzuru, tekrar eden günlerini izleyerek anlıyoruz. Güne her sabah çiçeklerini sulayarak başlıyor ve otomattan kahvesini alıp temizlik malzemelerini taşıyan aracına atlıyor. Yol boyunca onun izlediği Tokyo sokaklarını, biz seyirciler de bir turist gibi izlemiş oluyoruz. Bu noktada karakterin yol boyunca dinlediği müziklerin hikâyeye büyük katkısı var. Karakterin yolda dinlediği şarkıların çoğu “House of The Rising Sun” gibi folk rock diyebileceğimiz 70, 80’li yılların müziklerinden oluşuyor. Günümüzde hepimizin güne korkarak uyandığı, dillerimizden düşmeyen “Pazartesi Sendromu” gibi olumsuz tabirlerin Hirayama’da pek bir karşılığı yok. Çünkü o bu dünyaya gülümseyerek başlıyor. Şehirdeki insanları izliyor ve dinlediği şarkıları gerçekten keyif alarak dinliyor. Hirayama’nın hayatında şarkı dinlemek gibi ufak bir eylemin bile bu kadar keyif verici olması onun rutine olan bağlılığından geliyor. Günümüzde Spotify gibi platformlar üzerinden sınırsız seçenekle her şeye ulaşıp, kolay bir şekilde tüketebiliyoruz. Tüketim çılgınlığının getirdiği hızla yaptığımız eylemler artık anlamsız bir hal alıyor. Oysa onun sınırlı sayıda kaseti var ve şarkıları onun için bizim unuttuğumuz bir biçimde özel. Aynı şekilde tuvalet temizliği işini de özenle yapıyor ve her aşama için neleri kullanması gerektiğini çok iyi biliyor. Burada Tokyo tuvaletlerinin de mükemmelliğini izlemiş oluyoruz. Tokyo’daki tuvaletler ödüllü mimarlara yaptırılmış, buğulu camlarıyla ve özgün renkleriyle şehrin içinde öne çıkıyorlar. Hirayama, çeşitli tuvaletlerde temizlik yapıyor ancak bazıları onun için özel. Bu da parkın içinde bulunan tuvalet. Çünkü burada seyretmekten keyif aldığını anladığımız bir ağacı seyrediyor ve her öğle yemeğini orada yiyor. 35 mm’lik kamerasıyla bu ağaca yansıyan güneş ışığı huzmesini fotoğraflıyor ki bu fotoğraf karesi film ilerledikçe anlamlı bir noktaya hizmet edecek. Hirayama yeni düzende ve şehir hayatında ağaç gibi bazı detaylara önem veriyor. Önem verdiği bir diğer detay ise evsiz bir adamın şehrin ortasında dans etmesi. O adamı her gün seyrediyor ve gülümseyerek selamlıyor. Herkes bir yerlere koşturup yetişmeye çalışırken onun hiçbir kaygısı yok. Bir gün ışıklarda durmuş onu seyrederken arkadan bir adam hemen kornaya basıyor. Şehir hayatında duraksamaya yer olmadığını bir kez daha görmüş oluyoruz.

Bana göre Hirayama’nın tuvaletlere gösterdiği özen kendi yaşamını da sterilize etmiş olmasıyla bağlantılı. Çünkü yaşamına dahil ettiği pek fazla insan yok ve tertemiz diyebileceğimiz bir hayat yaşıyor. Bu durum daha sonra yeğeni Niko’nun gelmesiyle kırılıyor ve bu genç yeğen ile Hirayama arasında oluşan nahoş dengeyi seyretmiş oluyoruz. Bu noktada karakterin varlıklı bir aileden gelmiş olabileceğine dair birkaç ipucu görüyoruz. Hikâyede eksiltili bir anlatı tercih edilmiş. Burada boşlukları doldurmaya çalışmaktan ziyade karakterin çevresiyle kurduğu bağa odaklanmak daha doğru olacaktır. Karakterin, kasetler, ağaçlar ve kitaplarla kurduğu bağlantı ve minimalist yaşam tarzı ona sıkışmışlık hissinden ziyade bir özgürlük getirmiş. Yani yaşamının özgürlüğü kendi ellerinde bir insanı izliyoruz. Çünkü var olana sahip olmayı veya onu yeniden yaratmayı amaçlamıyor aksine var olanla, olduğu gibi bir bağ kuruyor ve uzaktan seyrederek bir müdahalede bulunmayı tercih etmiyor. Onun zenginliği çok şey almakta saklı değil. Hayatın özünü, var olduğu biçimiyle yaşayan bir adam o. Bu sebeple yeğeni Niko’ya şu sözleri söylüyor:

“Şimdi şimdidir. Bir dahaki sefere bir dahaki sefere demektir.” Yani sıradan günlerin de “Mükemmel Günler” olabileceğini, güzel olanı gelecekte aramamayı bize öğretiyor. Diğer yandan Hirayama’nın rüyaları yoluyla bize sunulan bir gölge metaforu da görüyoruz. Hirayama’nın bilinçdışı dünyasında dönen gölgeler onun yaşamında eksikliğini çektiğini bile fark etmediği iletişimin bir arketipi olabilir. Burada siyah beyaz rüya sahnelerini estetik açıdan videoart tarzına benzetebiliriz. Ayrıca Hirayama’nın yaşamıyla Wenders’in Yasujiro Ozu sinemasına yönelik bir saygı duruşunda bulunduğunu da söyleyebiliriz. Hirayama, kibarlığıyla ve tercihleriyle bana Melih Cevdet Anday ve Arif Damar’ın yazdığı Yağmurlu Sokak kitabından şu sözleri anımsattı:

“Benim gibi birinin bu yüzyılda yeryüzünde bulunabileceğine kimse inanmaz. Ben çağdışı bir insanım. Ya eskiden kalmayım, ya geleceğin işaretiyim. Fakat herhalde bugünkü insanlara benzemiyorum.”

Jenerikten sonra gelen Japonca bir kelime olan Komorebi kelimesi ‘güneş ışınlarının ağaçlar arasından süzülüp yarattığı alacalı ışık’ anlamına geliyor. 78 yaşındaki usta yönetmen Wim Wenders bu kelimeyle bize adeta “işte hayat bu kadar.” diyor.

Perfect Days: Şimdinin Değeri

Bunlar da ilginizi çekebilir

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...