Jackie: Son First Lady Günleri
No filmi ile uluslararası klasmanda çok ciddi ses getiren, filmografisinde Ema ve El Club gibi yine popüler işler bulunduran Pablo Larraín, 2016 yılında iki biyografik filmi, Neruda ve Jackie’yi çekerek bu türe yoğunlaştığının sinyallerini vermişti. Geçen sene ise Prenses Diana biyografisi olan Spencer ile bir hayli gündemi meşgul etti.
Bugün itibariyle Mubi Türkiye’de gösterime giren Jackie, aynı yıl çıkan Neruda ile benzer kurgu tekniklerini içerirken yine aynı şekilde yönetmenin alametifarikalarından eksik kalmıyor.
1963 yılının Kasım ayında ABD başkanı John F. Kennedy’nin Dallas’ta uğradığı suikast, en gizemli siyasi olaylar listesinde sağlam bir yere sahip. Başkan’ın eşi Jacqeline Lee Bouvier Kennedy’nin suikast anındaki görüntüsü de hepimizin aklında.
‘Jackie’nin suikast sonrası yaşadığı olaylara ve ruh haline odaklanan film, bir gazeteciye verdiği röportaj sırasında anlattıkları üzerinden dönüyor. Lineer bir zaman örgüsüne sahip olmayan film, Jackie’nin olayları anlatışına göre değişiklik gösteriyor.
First lady olduğu iki yıl boyunca süren ışıltılı ve aktif yaşantısı ile suikast sonrası cenaze işlemleri ve devletin formalitelerinde sıkışan hayatı arasında incelikle salınan film, gerek mekan tasarımlarıyla gerek müzikleriyle duygusunu izleyiciye nakış gibi işliyor.
Bir first lady’nin biyografik kurgusunu izliyor olsak da, izleyiciyi bir hayli geren yapısıyla türünün diğer örneklerinden farklı konumda yer alıyor. Bu gerilimli atmosferin yaratımında en büyük pay sahibi olan görüntü yönetmeni Stephane Fontaine, yeri geliyor Beyaz Saray’ın odalarının ilk kez gezildiği “A Tour of the White House with Mrs. John F. Kennedy” belgeselinden siyah beyaz sahneler sunarken, yeri geliyor suikast anının gerilimli atmosferine sokuyor. Böylesi zıt anlara geçişler yaparak filmi soğutan yönetmen, izleyicinin dikkatinde bir dakika bile kopukluk yaratmayacak bir kurgunun altından ustalıkla kalkmış.
Suikast ve cenaze arasındaki zamanı anlatan sahnelerde gördüğümüz bürokratik acımasızlıklar sinir bozucu olabiliyor. Daha bir gün önceye kadar first lady konumunda olan bir insan için bile prosedürlerin bu kadar katı ve duygudan uzaklığı ile yüzleşmek, ABD’nin kişiler tarafından değil de kurallar ve gelenekler tarafından yönetildiğine dair dönen geyiklere hak verdirir seviyede. Yaşantısının alt üst olacağının bilincinde ve eşi hakkında dönen söylentileri de düşünerek hayata karşı son kozunu oynamak isteyen Jackie, bir yandan da kaybettiği eşinin anısına sahip çıkmaya çalışıyor.
Kennedy’nin katili olarak suçlanan Lee Harvey Oswald’ın mahkemeye çıkmadan başkan ile aynı kaderi paylaşarak suikaste uğraması ile bütün olaylar sarpa sarar. Başkanın uğradığı suikaste dair henüz detaylara ulaşamamış olan istihbarat, katilin de öldürülmesi ile ciddi önlemler almaya başlar. Jackie’ye bu önlemlerden bahsedip uyarılar yapılmasına rağmen, eşinin Abraham Lincoln kadar görkemli bir vedayı hak ettiğini düşünen first lady, cenaze hakkındaki fikirlerinde ısrarcıdır. Cenazedeki kararlığını şu cümlesiyle özetleyebiliriz: “ Charles de Gaulle güvenliğinden çekiniyorsa, gerekirse tank ile gelsin; ama ben yürüyeceğim.”
Geçmişteki kamera kayıtlarının aynısının çekildiği, benzer şekilde kurgulanmış dış çekimler bir hayli başarılıydı. Dram ve bürokratik sahneler yüklü bu filmde suikast anının tüm açıklığıyla ve vahşet içeriğiyle yansıtılması, ya da Jackie’nin pamuk şeker pembesi şirin kıyafetine sıçrayan kan ve beyin parçalarını temizlemesi asla beklenmedik sahnelerdi. Filmin en duygu yoğunluğuna sahip bu sahneleri, Natalie Portman’ın üst düzey performansı ile seyirciyi ekrana kilitliyor. Aynı şekilde Kennedy’i oynayan Caspar Phillipson’un başkana benzerliği filmin cast konusunda ne kadar başarılı olduğunun göstergesi. Yan rollerdeki Peter Sarsgaard, John Carroll Lynch, Greta Gerwig ve John Hurt gibi birçok oyuncu da gayet inandırıcı ve başarılı bir iş çıkartarak kurgunun üstesinden gelmişler.
Üzerinden 60 yıl geçmesine rağmen hakkındaki teoriler asla tükenmeyen, hatta gün geçtikçe üstüne konan bu tarihsel olaya pek çoğumuzun aklına bile gelmeyecek bir perspektiften bakan film, Pablo Larraín’in tercihleri ve Natalie Portman’ın müthiş oyunculuğu ile birleşerek seyirciyi duygudan duyguya koşturan yapısıyla çok güzel bir kişisel hikaye.
Jackie: Son First Lady Günleri