Hit Man: Malumun İlanı
43. İstanbul Film Festivali, Richard Linklater’ın geçtiğimiz sene Venedik’te prömiyer yapan Hit Man’i (2023) ile açıldı. Adından anlaşılacağı üzere bir suikastçıyı odağına alan film, vaadinin aksine amacının ciddi bir neo-noir örneği vermek olmadığını henüz ilk dakikalarından belli ediyor. Son derece sakin bir hayata sahip Gary adlı bir profesörü takip ediyoruz. Karakter, teknolojiye yatkınlığı ve sahip olduğu boş zamanları değerlendirme isteği ile bir karakolda yarı zamanlı çalışmaya başlıyor. Ve bir iş arkadaşının görevine ara verilmesinden sonra bir suikastçı olarak, daha doğrusu suikastçı rolü yapan bir memur olarak yepyeni bir kimliğe kavuşuyor.
Küçük şaşırtmacalarla dolu, tam olarak ne beklememiz gerektiğini bilmediğimiz başlangıcına rağmen Hit Man tam anlamıyla bir Linklater filmi. Yönetmen, Before üçlemesinde bir romantik komediye yayarak tanıttığı ve özellikle Waking Life’ta (2001) adeta bir seans haline getirdiği felsefi temellendirmelerini bu filmde de aynen sergiliyor. İşine son derece sadık olan Gary’nin görevi, bir tanıdığını öldürtmek isteyen insanları detaylıca inceleyerek onların hayallerindeki suikastçıya bürünmek ve bu talebi gerçekleştirdiklerinde onları adalete teslim etmek. Linklater, fazlasıyla eğlenceli bir montaj sekans içinde takip ettiğimiz bu kimlik değiştirme mevzusuna Freud’un yapısal kişilik kuramı üzerinden yaklaşıyor. Profesyonelliği, dolayısıyla her türlü etkeni gözeten bir ahlak anlayışını masaya yatıran filmin buradan çıkardığı birtakım tezatlıklar var. Mesela karakterin işi gereği canlandırmaya başvururken daha önceden sahip olduğu silik kimliğinden bir miktar uzaklaştığını, ama yine de rolüne teslim olmadığını görüyoruz. Zira film de ele aldığı taklit eylemini asla bir çatışma içinde değerlendirmiyor ve bunu karakterin teslimiyet sorunu ile ilişkilendiriyor. Linklater burada daha ilginç bir karar veriyor, ve ondan daha önce çok kez seyrettiğimiz kimlik inşası kavramını tekrar ısıtıp önümüze getirmek yerine bambaşka bir sinema türüne başvurarak inceliyor.
Karakter, yaptığı kumpasların birinde kocasını öldürtmek isteyen Madison ile tanışıyor ve kariyerini riske atarak onu bu kararından vazgeçiriyor. Konsept olarak ilginç bulduğu kiralık katil tiplemesine sevdalı Madison ve onun hayallerini süsleyecek kadar iyi rol yapan Gary arasında böylelikle bir ilişki başlıyor. Bu kararı sonrasında aktif olarak iki, görev sırasında ise onlarca farklı kimliği barındırır hale gelen karakter; bir sahnede kendi ağzıyla başka bir insanı taklit ettiği sürece eninde sonunda ona dönüşeceğini söylüyor. Linklater; detaylı bir karakter analizi yapmak şöyle dursun, bu amansız inancı tüm gerçekliğiyle kuşatan dış dünyaya ve Gary’nin oradan sakınmak için oynadığı oyuna yöneltiyor bakışlarını. Yönetmen özellikle Tape (2001) ve Bernie (2011) filmlerindeki –Hit Man’e benzer olarak- suç eylemlerine bakışı üzerinden şekillenen, oyuncaklı bir sinema diliyle kullandığı gözlemci konumunu tam anlamıyla burada lehine çeviriyor. Böylelikle Glen Powell ve Adria Arjona’nın inanılmaz kimyası ile arşa çıkan, ana hikâyeye kusursuzca eklemlenen bir romantik komediye dönüşüyor film. Yalanını sürdürdükçe Gary’nin eski kimliği parçalanırken Linklater ise bu parçaları bir arada tutuyor, beklenmedik yerlerden referans alarak tuhaf bir tutkal görevi görüyor.
Hit Man’i seyrederken senaryonun sapacağı yolu öngörememek, sürükleyiciliğine kapılırken dumura uğramak veya ahlaki açıdan ikilemlere düşmek; filmin size sıklıkla yaşattığı reaksiyonlardan yalnızca birkaçı. Çok istense de tam anlamıyla teslim olunamayan bir çekiciliği var filmin, hikâye hakkında ne kadar yanılgıya uğrasanız da filmin cazibesini bir türlü inkâr edemiyorsunuz. Bizi durmadan polis karakolları, felsefe dersleri ve ateşli randevu geceleri arasında gezdiren filmin bu tatlı kafa karışıklığını yönetmenin kariyeri ile de bağdaştırmak mümkün. David Fincher’ın yakın zamanda The Killer’da (2023) kendi iş prensipleriyle dalga geçmek için kullandığı kiralık katil tasvirini Linklater’ın yıllardır anlamaya çalıştığı insan ruhunun umarsızlığı üzerinden ele alması elbette bir tesadüf değil. Sonuçta yönetmenlik ait olmadığın bir hikâyenin anlatıcısı olmak ile alakalı bir şey, Hit Man’in durmadan değişen ve farklı türlerden referans alan yapısı da dolayısıyla Linklater’ı -aynı Gary gibi- şapşal ve tutkulu bir profesyonel olarak resmediyor. Yönetmeni belki önceden çok daha karmaşık örneklerini sunduğu kuramlar üzerine felsefi tartışmalar yaparken dinliyor, kariyeri boyunca acımasız doğasını anlamaya çalıştığı aşkın karanlık dehlizlerinde tekrar yüzerken seyrediyoruz. Hit Man; türler arası bir füzyon olmasına ve gizemli bir anlatı sunmasına rağmen her şeyiyle Linklater’ın uzun süredir peşinde koşturduğu birtakım soruların ve ihtimallerin izdüşümü, iç dünyasının her şeyiyle basit bir tasviri bir bakıma. Ele aldığı her karakterde bir hikâye anlatıcısı olarak bambaşka bir role bürünen, sinemasını ve metotlarını sürekli güncelleyen usta bir sinemacının kendi malumunu ilan edişini görmek ise fazlasıyla mutluluk verici.
Hit Man: Malumun İlanı