Felaketin Enkazından Mutluluğu Çıkarmak
Bu yılın başında ülkemizi derinden sarsan depremlerin ardından afet bölgesine gitmeyi çok arzuluyordum. Felaket vuku bulduğunda yurtdışından gelen arama kurtarma ekiplerine tercümanlık yapmak için gönüllü olmuştum, fakat son anda ihtiyaç kalmadığını söyleyip gidişimi iptal ettiler. Aylar sonra 11. Uluslararası Antakya Film Festivali vesilesiyle deprem bölgesine, bilhassa depremin en ağır vurduğu şehir olan Hatay’a gitmek nasip oldu.
Gerek şehirde gerek festival alanında bizi hem sevindiren hem yüreğimizi burkan çok manzaraya rastladık. Fakat gördüğüm, tecrübe ettiğim hiçbir şeyi dramatize ederek, acındırarak yazmayacağım. Çünkü bu festival, depremzedelere yaşadıkları travmayı biraz olsun unutturmak ve enkazların arasından umudu yeşertmek için yapıldı. Bizim görevimiz de bu saf ve temiz yüreklerde açan umut çiçeklerini kamuoyuna yansıtmaktı.
Basın ekibi olarak şehir merkezi yakınlarında NATO’nun kurduğu çadır kentte konakladık. Festival koordinatörü Atakan Metin ağabeyin dediğine göre burası, diğer konteyner ve çadır kentlere göre Sheraton kalitesindeydi. Daha önce bize tebliğ edildiği üzere bu yılki festivalin konfor vadetmeyeceği şuuruyla hareket ederek yaş ve meslek tecrübesi fark etmeksizin aynı çadırlarda 5’er 6’şar gruplar halinde kaldık. Daha önce katıldığımız çok sayıda film festivalini hesaba katınca benim için bir ilk olmuştu bu tecrübe. Kendi adıma iyi ki bu şekilde olmuş, iyi ki otelde kalmamışız diyorum, yoksa başka türlü festivalin taşıdığı kutsal amacın idrakine varamazdık.
Etkinliklerin yapıldığı Koç Konteyner Kent’e yaklaşık 1 saatlik otobüs yolculuğuyla ulaşabiliyorduk. Depremzede vatandaşlarımızın günlük hayatına ve bulunduğu şartlara dair gözlemlerimizi çoğunlukla bu konteyner kentte yaptık. Diğerlerine göre şartları biraz daha ileri olduğunu müşahade ettiğimiz bu konteyner kentte okuldan spor salonlarına, kütüphaneden ibadethaneye, marketten kafeye kadar vatandaşların ihtiyacı olan her türlü imkan tesis edilmişti. Kafeden bahis açmışken Kahve Dünyası’nın elini taşın altına koyarak burada hiçbir maddi karşılık almaksızın varlık göstermesi ve depremzedeler için çok önemli bir sosyalleşme merkezi oluşturmasından duyduğum memnuniyete vurgu yapmadan geçmek istemem.
Festivalin açılışı ve film gösterimlerinin yanı sıra film dışı etkinlikler de çoğunlukla burada yapıldı. Beni en derinden etkileyen etkinlik, Mesut Sarıoğlu’nun kurduğu Uçan Eller Kukla Evi’nin çocuklar için sergilediği kukla tiyatrosuydu. “Çirkin Ördek Yavrusu” oyununun kuklalarla canlandırıldığı bu şirin tiyatro hem bizi çocukluğumuza götürdü hem depremzede çocuklara harika bir eğlence sundu. Mesut ağabeyin çocuklara “Oyuncaklarla oynamaktan sakın vazgeçmeyin, çünkü oyuncaklarına sahip çıkmayan uluslar hafızalarını kaybeder” diye tavsiyede bulunması ise çok manidardı. Oyunun ardından tiyatro ekibi tüm çocukları sahneye davet etti ve kar efekti olması için hazırladıkları köpükleri etrafa püskürterek çocukları adeta coşkuya boğdu. O esnada sahnenin kenarında çocukların sevinç çığlıklarına karışan gülücüklerini birlikte izlediğim Atakan ağabeye kafamı çevirerek başımı hafifçe öne doğru salladım. Bu hareketim, “festival şimdi amacına ulaştı…” anlamına geliyordu. Gerçekten de öyleydi. 3 günlük festival maceramızda gerek kukla tiyatrosu, gerek değerli arpist Zeynep Öykü’nün konseri ve diğer etkinliklerde oluşan atmosferde, festivale emek veren herkesin bu işin manevi karşılığını fazlasıyla aldığını tasdik ettik.
Kısaca festivalin sinematik yönünden bahsetmek gerekirse, mezkur etkinlikleri takip etmekten film gösterimlerine pek fırsat bulduğumuzu söyleyemem. Fakat “Ariel: Back To Buenos Aires”, “Push Pause”, “Dito”, “Eflatun” ve “Tebessüm” gibi seçkin filmlerin festivalde yarışması, Yeşilçam efsanemiz Meral Orhonsay’ın onur ödülü alması, Tilbe Saran ve Gürol Tonbul gibi çok değerli tiyatrocuların yanı sıra yerli ve yabancı sinemacıların bilfiil katılım sağlaması, festivalin ne kadar dolu olduğunu bizlere gösterdi. Buna karşın yönetmen ve yapımcıların çoğunlukla biz gittikten sonra Hatay’a gelmesi ve basın olarak sinemacılarla çok vakit geçirememiş olmamız belki de festivalin tek kusuru sayılabilirdi.
Ekip olarak festival etkinliklerinden arta kalan vakitlerde Antakya merkezi başta olmak üzere Hatay’ın bazı ilçelerini görme ve yerel lezzetlerden tatma fırsatı da bulduk. Depremin etkili olduğu yerlerden geçerken 6 Şubat depremindeki yıkımın dehşet verici boyutlarını bizzat gördük – ki bizim gördüklerimiz, büyük felaketin üzerinden 8 ay geçmiş haliydi. Hatay’ın simgeleşmiş birçok şeyi ya harabeye dönmüş ya hasar almış haldeydi. Gördüğüm birçok apartmanın ve ofis binasının yıkılmış olması normal karşılanabilirdi ama Antakya’nın Cumhuriyet Meydanı’ndaki Hatay Devleti Millet Meclisi Binası, Habib-i Neccar Cami ve Antakya Ulu Camii gibi ikonik yapıların yıkılmış olduğu gerçeğini kabullenmekte çok zorlandım. Neyse ki Antakya’nın tarihi merkezlerinden Uzun Çarşı büyük oranda sağlam duruyordu. Burada kısa bir tur atarak esnafla sohbet etme ve alışveriş yapma fırsatı bulduk.
Halkın günlük ihtiyaçlarını karşıladığı market, restoran, banka gibi tesislerin çoğu konteyner halinde hizmet veriyordu. Özellikle yol üzerinde küçük konteynerlerde künefeci ve dürümcülere sıkça rastlamak mümkündü. İkinci günümüzün akşamından son günün sabahına kadar ciddi bir yağmur bastırdı. Gece karanlığında yağmurla birlikte ara ara vuran sert rüzgar bazen kaldığımız çadırın muşambalarını sallıyor, bazen de giriş boşluğundan içeri vurarak üzerimize soğuk veriyordu. Beni defalarca gece uykumdan uyandıran bu gürültü, çadır ve konteyner kentlerde aylardır yaşayan ve görüldüğü üzere uzun süre daha yaşamak durumunda kalacak depremzedelerin rutini olmuştu. Bu tür düşünceler yer yer bizi endişeye ve umutsuzluğa sevk ettiyse de bir o kadar olumlu ve yüz güldüren manzaraya rastladık Hatay’da. Esnafın yaşadığı bunca travmaya rağmen hala koruduğu güler yüz ve misafirperverlik, bölge halkının düştükleri yerden bir an önce kalkma ve hayata tutunma arzusu bize Türk milletinin ne kadar güçlü ve dirayetli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Yaklaşık 20 kişilik basın ekibi olarak Pazartesi sabahı Adana Şakirpaşa Havalimanı’na doğru yol alırken her birimiz kendine yeni bir şey katmış halde terk ediyorduk şehri. Yol üzerinde ağır hasar görmüş bir kamu binasının önünde yazılı halde duran Atatürk’ün “Hatay benim şahsi meselemdir” sözü gözüme çarptı. Hafif bir tebessümle iç çekerek “Artık bizim de şahsi meselemiz…” dedim içimden. Gerçekten de öyleydi, hepimiz buranın yeniden kalkınmasını ve toparlanmasını kendimize dert edinmiştik. Öyle ki kimimiz Hatay’da edindiği yeni arkadaşlara telefon üzerinden veda ediyor, kimimiz konteyner kentteki çocukların ihtiyacı olan faaliyet kitabı, kırtasiye malzemesi gibi ürünleri toptan satın alıp buraya kargolamanın planlarını yapıyor, kimimiz de Hatay’dan aldığı yöresel ürün ve hediyelik eşyaları itinayla çantasına yerleştiriyordu.
Her biri farklı yerlerde iş tecrübesine sahip yol arkadaşlarımız, yaş ve görüş farklılıklarına rağmen harika bir harmoni içinde birbirine destek olarak çok verimli bir 3 gün geçirmemizi sağladı. Başta gençlere taş çıkaran enerjisi ve esprili tavırlarıyla yüzümüzden tebessümleri eksik etmeyen Korkut Akın ağabeye, gün içinde yaptıkları röportajların deşifresini ve montajını yetiştirmek için gece yarılarına kadar arı gibi çalışan Mehmet Aman, Enis Derdimentoğlu ve Oğuzhan Güre’ye özellikle teşekkür etmek isterim.
Bu saydığım isimler, vaktimin büyük çoğunluğunu beraber geçirdiğim için ismi hatırımda kalanlar… Onun dışında basın ekibinden ismini henüz tam ezberleyemediğim veya sadece gıyaben tanıdığım birkaç kişi olduğu için maalesef herkesin ismini tek tek yazamıyorum. O yüzden diğer meslektaşlarım bu yazıyı okuyorlarsa lütfen teşekkür ettim saysınlar.
Son olarak da festivalin kahramanı olarak nitelediğim Atakan Metin ağabeye şükranlarımı iletmem gerekir. 20 yılı aşkın gazetecilik tecrübesi sayesinde oluşturduğu devasa çevreyle istese her türlü şatafata ve sosyeteye batmış afili festivallerde görev yapabilecekken, afet bölgesinde festival organize etmek gibi ağır bir yükü üstlendi. Soğukkanlılığı ve alttan alıcı babacan kişiliğiyle bu yükü layığıyla omuzlandığını, karşılığını da bahsini geçirdiğim kukla tiyatrosundaki çocukların tebessümleriyle bolca aldığını düşünüyorum.
Gelecek sene daha iyi şartlarda, daha kalabalık ve coşkulu bir festival görmek umuduyla, Antakya varsa ben de varım!
Felaketin Enkazından Mutluluğu Çıkarmak