Anasayfa İncelemelerDizi İncelemeleri Emily In Paris: Paris’e ve Fransız Kültürüne Amerikan Bakış Açısı

Emily In Paris: Paris’e ve Fransız Kültürüne Amerikan Bakış Açısı

Yazar: Ahsen Aktaş

Emily In Paris: Paris’e ve Fransız Kültürüne Amerikan Bakış Açısı

Fransa dediğimizde aklımıza ne gelir? Paris, Eyfel Kulesi, şarap, moda, Louvre Müzesi, sanat, sinema, Cannes Film Festivali….

Amerika dediğimizde aklımıza ne gelir? New York, Los Angeles, hamburger, NBA ve sosyal mecralar. Yani kültür denilebilecek pek bir şey gelmez. Amerikan kültürsüzlüğüne sahip birinin Paris’te her şeyi Amerikan tarzıyla halletmesini anlatıyor dizi. Neyse biraz daha derine inelim.

Başrolümüz Emily’nin (Lily Collins)  patronu Madeline (13 Reasons Why ve Umbrella Academy’den aşina olduğumuz Katherine Walsh) yerine Paris’te Savoir adlı marketing firmasında çalışmasını ve Paris yaşamını anlatıyor. Emily ve Paris’teki patronu Sylvienin (Philippine Leroy-beaulie) anlaşamaması daha çok Emily’nin çok tatlı olup patronunun zorlu biri olmasıyla dizi klişe Amerikan dizisi tadı vermeye başlıyor. Ofis çalışanları Luc (Bruno Govery) ve Julie’nin (Samuel Arnold) Emily ile olan ilişkilerinin de tipik Amerikan komedi dizisi ofis ortamın yansıtmasıyla bahsettiğim tadı daha çok alıyorsunuz.

Emily’nin parkta tanıştığı Mindy (Ashley Park), çiçek alırken tanıştığı Camille (Camille Razat) ve alt komşusu aynı zamanda şef olan Gabriel (Llucas Bravo) ile geçirdiği vakitlerde Paris hissini yaşıyorsunuz ama bence dizide eksik olan kısım bu: Paris Amerikan bakış açısıyla yansıtılmış ve eşsiz güzelliği olan bu şehir birden sıradanlaşmış, ruhunu kaybetmiş. Bir yere kadar bunu tolere edebilirim çünkü Emily’nin görevi Amerikan bakış açısı getirmek, ürünleri herkese ulaşılabilir kılmak ama bunu Paris için yaptığında rahatsız edici buldum, dediğim gibi sıradanlaştırmış.

Yan karakterlere dönecek olursam, Mindy Paris’te dadılık yapan aynı zamanda şarkıcılık hayalleri kuran babasının servetini reddeden zengin bir Çinli ailenin varisi, Gabriel Normandiya’dan Paris’e şef olma hayaliyle gelmiş bir beyefendi ve sevgilisi aynı zamanda Emily’nin yakın arkadaşı Camille de galeri sahibi bir hanımefendi. Gabriel, Camille ve Emily arasında oluşabilecek gergin ortamı az çok tahmin etmişsinizdir üzerinde durup spoiler vermek istemiyorum.

Bu arada diziye adını veren şey Emily’nin Paris’te olma durumu değil. Emily’nin Paris’e gittiğinde instagram kullanıcı adını @emilyinparis yapması ve paylaşımlarıyla takipçi sayısı artması sonucu influencer olması. Influencerlar, kendilerini ve bazen ürünleri pazarlayarak aslında kullandığımız sosyal medya şirketlerinin bizim üzerimizden uyguladığı pazarlama ve satış stratejisini bireysele indirgeyip uyguluyorlar. Tüketimin, hızlı modanın ve aptallığın özendirildiği, empoze edildiği bu konsept, insanlar ve dünyamız üzerindeki negatif etkisinden dolayı tercih etmediğim ve “takipçi”si olmadığım bir düzen olacak ve bu düzenden rahatsız olmamak elimde olan bir şey değil. Emily dizide influencer olarak görev alsa da kendisinin bir işi olması ve ürün tanıtımlarında akıllı strateji kullanmasıyla biraz da olsa beni yumuşattı diyebilirim.

Dizinin rahatsız edici kısmı; fazla Amerikanvari olması. Başrolümüz Amerikalı ve onunla Paris’i geziyoruz, diziyi onunla yaşıyoruz fakat bu Fransız karakterlerin tipik amerikan davranışlarında bulunmasını açıklamıyor. Emily’nin her işi harika yapması, zor duruma düşmemesi gerçeklikten uzak peri masalı hissi veriyor. Fransızca bilmeyen birinin Paris’e çalışmak için gelmesi cüretkarlığı da konuşulabilecek başka bir konu. Amerikaların burnu o kadar havada ki kendi dilleri hariç başka bir dil öğrenmeye tenezzül dahi etmiyorlar. Emily’i bu söylemin dışında bırakıyorum, kendisi Paris’e geldiğinde kursa gidip dil öğrenmeye çalışıyor hakkını yemeyeyim.

Güzel kısımlara geçecek olursak eğer dizi feminist temayı zekice işlemiş ve sırıtmıyor, başarılı. Emily ve kız arkadaşları arasındaki ilişki gerçekten tatlı bir ilişki; çekememezlik, kıskançlık gibi çocuksu hareketlerde bulunmuyor karakterler. Çekimler ne kadar LA lokasyonlu dizi çekimi hissi verse de Paris güzel ekrana yansıtılmış. “Dirty jokes”, müstehcen şakalar keyifli olmuş, güldürüyorlar.

Dizi ortalama kalitede Netflix yapımının ötesine geçemiyor bence. Bir oturmada 10 bölümü izleyebilir misiniz, pekala izleyebilirsiniz fakat dizi çerezlik dizi sınıfına daha uygun. İkinci sezon onayını alacağını düşünüyorum çünkü insanlar Lily Collins’e aşık ve dizi de fena değil. Finaliyle merak uyandırmasına rağmen ikinci sezonu çıkarsa izler miyim, çok emin değilim.

İzlerken Paris’in keyfini çıkarın.

Prends soin de toi.

Au revoir.

Ahsen Aktaş’ın Diğer Yazıları İçin Tıklayınız.

Bunlar da ilginizi çekebilir

1 Yorum:

Avatar
Alperen 03/10/2020 - 21:11

Yine güzel bir yazı tek nefeste bitiverdi eline sağlık ^^

Yanıtla

Yorum Yap

Bu internet sitesinde, kullanıcı deneyimini geliştirmek ve internet sitesinin verimli çalışmasını sağlamak amacıyla çerezler kullanılmaktadır. Bu internet sitesini kullanarak bu çerezlerin kullanılmasını kabul etmiş olursunuz. Kabul Et Daha Fazlası...