Bullet Train: Thomas ve Arkadaşları
Brad Pitt liderliğinde son dönemin yükselen yıldızlarıyla dolu bir oyuncu kadrosu, yüksek hızlı trende yolları kesişen ve aynı para çantasının peşinde olan suikastçiler konusuyla Bullet Train bu senenin izleyiciye iyi vakit geçirmeyi vaat eden filmlerindendi. Ancak son yıllarda iyi görünen oyuncular, ekstrem aksiyon sahneleri ve biraz absürt mizah serpiştirerek izleyici toplayan Hollywood filmlerinin de bir noktada tıkanacağını kanıtlayan filmlerden oldu benim açımdan. İlk dönem Guy Ritchie ya da Shane Black filmleri havasında başlayan ve tüm karakterlerin yollarını bir şekilde kesiştirip kaostan ve gerçekçi karakterlerden mizah yaratmaya çalışan film belki bazı sahnelerde bunu başarıyor ancak yönetmenin diğer filmlerinden Deadpool 2 gibi bir oldu-bittiye getirilmiş hissi yaratıp izleyiciyi tatmin edemiyor.
-Bu kısımdan sonrası spoiler içerir-
Filmin karşımıza çıkardığı her karakter son yıllarda ekranlarda sık sık gördüğümüz yüzler. Brad Pitt, Ladybug kodlu suikastçi rolünde yaşadığı hayatı sorgulamaya başlamış bir suikastçi. Psikoloğunun önerileri ile işvereninin önerilerinin çatışması arasında kalıyor filmin başından itibaren. Ancak onun için bunun yalnız çantayı alıp ineceği bir görev olduğu garanti ediliyor. Kendisini trende baştan itibaren diyaloglarıyla seyirciyi güldürmek için yazılmış Aaron Taylor-Johnson (Tangerine) ve Brian Tyree Henry (Lemon) ikilisi, kendisini farklı ve herkesten zeki olduğunu kanıtlamaya adamış olması dışında bir karakter özelliği filmde sunulmayan Joey King (The Prince) ve The Prince tarafından oğlunun çatıdan itilmesi sebebiyle intikam almaya gelmiş olan Andrew Koji (Kimura) bekliyor ilk etapta.
Japonya’da bir Rus mafyası olan White Death’e oğlunu ve çantayı götürmeye çalışan Lemon ve Tangerine, Kimura’yı rehin alarak son durakta White Death’i öldürtmeye çalışacak The Prince başta basit görünen çatışmayı oluşturuyor. Ancak aynı trende düğününde herkesi öldürdüğünü düşündüğünden Ladybug’ı öldürmeye gelen Bad Bunny (The Wolf) ve o düğündeki asıl katil olup çantadaki paranın onun ödemesi olduğunu düşünen Zazie Beetz (The Hornet) de bulunuyor. Filmin uzun bir kısmı bu çıkarları çatışan ve daima eksik bilgiye sahip karakterlerin çatışmasından ibaret aslında. Ve bu çatışmaların büyük bir bölümü de trenin farklı vagonlarında dövüşmeleri ile gerçekleşiyor ki bu bir süre sonra tekrara düşüyor.
Bu aksiyon sahneleri boyunca karakterlerin ciddiyetten uzak tavırları, sürekli oluşturulmaya çalışılan güldürü öğeleriyle desteklenip filmin kendisini ciddiye almadığı anlaştırılıyor izleyiciye aslında ama bunun ne derece başarılı olduğu tartışmaya açık. Evet, bir yüksek hızlı trende geçen filminizde Thomas The Tank Engine’e yapacağınız göndermeler elbette komik olacaktır, ama bir karakterin tüm diyaloglarını bu çizgi filme dayalı yazdıysanız yaratıcı süreçte bir durgunluk yaşandığı izleyicinize yansıyacaktır.
Filmin mizahının hitap edebileceği birçok izleyici olduğunu varsayıp bunu bir eleştiri unsuru yapmasak da film realiteyle olan bağını tamamen kopararak bir eleştiri kapısı daha açıyor. Bir aksiyon filmine psikoloğuyla olan görüşmelerinden bahseden gerçek hayattan bir karakteri ana kahraman yaptıktan sonra bu kahramanın çıktığı her dövüşün ardından yeni fönlenmiş saçlarıyla perdede boy göstermesi onu çok da gerçek hayattan bir karakter yapmıyor. Bunun yanında zaten yalnızca gerekli noktalarda flashbackler ile geçmişlerine dair bir şeyler öğrendiğimiz bu karakterler iki boyutlu olmaktan çok da öteye geçemiyor. The Prince yalnızca hırslı bir kız, The Wolf kesinlikle neden mafya olma motivasyonuna sahip olduğunu bilmediğimiz ve düğününün intikamı peşinde bir adam. Filmin duygusal yapı taşlarından Lemon ve Tangerine’in kardeşlik hikâyesi bile yalnızca çocukken beraber oldukları bir flashback ile oldu bittiye getiriliyor, bu sahne yer almasa ikilinin arkadaş ya da sadece partner olduklarını varsaymamamız için hiçbir sebep yok. Diyaloglarıyla güldürü unsuru oluşturan karakterler yazılmış filmde çoğunlukla, derinliği olan karakter denemeleri de klişeden öteye gidemiyor.
Tüm bu karakterlerin hikâyelerini bir araya toplayan hikâye ise Kimura’nın babası ile White Death’in o mafyayı ele geçirmeden önceki çatışmalarına dayanıyor. Kimura’nın babası White Death’den karısını öldürdüğü için, White Death ise trene topladığı bütün suikastçiler ve oğlundan karısının ölümü için intikam almak istiyor. Ve filmin büyük sürprizi olarak öğreniyoruz ki The Prince aslında White Death’in çok da ilgi göstermediği kızı. İkilinin yüzleşmesi öyle kısa sürüyor ve hikâyede öyle hiçbir değişime sebep olmuyor ki The Prince kimsenin kızı olmasaydı da senaryoda değişen bir şey olmuyor. Filmin son bölümünde Michael Shannon’ın sürekli kayan Rus aksanı ile White Death olarak hayatta kalan suikastçiler, Kimura ve babasıyla çatışmasını izliyoruz. Klasik aksiyon filmi motivasyonuna sahip bu karakterler ve onların yanında yalnızca hayatta kalmaya çalışan bizim yeni nesil suikastçilerin dövüşleri de filmin başından beri süregelen aksiyon sahnelerinden farklı bir vaat etmiyor (Bir trende çekilecek onlarca dövüş sahnesi bir noktadan sonra birbirine benzeyecektir elbet). Ve evet, bir aksiyon filmi izlediğimizin farkında olarak kesinlikle fizik kurallarına yüksek bir bağlılık beklemiyoruz senaryodan ancak karakterlerin hiçbirinin yüksek hızlı trenlerin çarpışmasından yara bile almaması, ya da yüksek hızlı trenin camının Aaron Taylor-Johnson’ın yumrukları ile parçalanacak bir materyal olması bir noktada filmin aklımızla alay ettiğini hissettirmiyor değil.
Özetlemek gerekirse Bullet Train birçok noktada inandırıcılığını ya da kendi içinde tutarlılığını kaybetse de, karakter yaratımında ya da senaryoda eksiklikler hissedilse de oyuncuların çok da kötü bir iş çıkarmadıkları bir film. Zaten kadrosu filmin en güçlü yanı. 2 saat 7 dakikalık süresi bu amaç için belki bir tık uzun olsa da aksiyon sekansları ve iyi oyunculuklar ile kafa dağıtmak amacıyla tercih edilebilir filmler kategorisinde; diğer olumsuz detaylar göz ardı edilebildiğinde.
Bullet Train: Thomas ve Arkadaşları