42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #1: Music – Scrapper – Inside
Herkese merhaba! Bildiğiniz üzere 7 Nisan Cuma günü İstanbul Film Festivali tekrardan kapılarını açıyor. Ben de yüz elliyi aşkın filmlik seçki arasından izlediklerime dair düşüncelerimi önümüzdeki hafta boyunca sizlere aktarıyor olacağım. Bugün birkaç aydır adını sık sık duyduğum tek mekân gerilimi Inside (İçerde), Berlin’deki açılışından beri seyircileri ikiye ayıran Music (Müzik) ve Sundance’in favorilerinden Scrapper (Hırçın) üzerine yazmaya çalıştım. İyi okumalar dilerim.
Music
Festivalin açılışını Angela Schanelec’in dört senelik bir aranın ardından yönetmenliğe geri döndüğü, üstüne ona Berlin Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kazandıran Music ile yaptım. Bir cinayetin gerçekleşme aşamalarını ufak ufak göstererek açılan film, ana karakter hapishaneye girdikten sonra orada bir kadına âşık olması ile başlayan yeni yaşamını anlatıyor. Schanelec, Yunan Yeni Dalgasının trajik durumlar karşısında sessizliğini koruyan halini lirik bir anlatım ile kuşatıyor Music’te. İki farklı dönemde korkunç olaylara ev sahipliği yapmış sahil kasabasının tuhaf tesadüflerini güçlü fakat son derece yavaş bir sinema ile inşa ediyor.
Kameranın doğa içinde sabitlendiği ve uzun uzun seyrettiği anlar görünürde her şeye sahipler ancak Schanelec bir yolunu bulup hep bir detayı, büyük resmi görmemiz için gereken parçayı eksik bırakıyor. Bazen bir çengel bulmaca çözülürken gazetenin görüntüsünü saklıyor bizden, bazense evdeki gürültülü bir bağrışmada yalnızca karanlık bir oda köşesi eşlik edebiliyor seyrimize. Film, bir yönüyle duygusuz bıraktığı tüm anlatısını ya küçük diyaloglara ya da capcanlı aryalara saklıyor. Fakat yaklaşık iki saat boyunca çözmeye çalıştığımız bu bilmece, böyle belli anlarda kendini açık ederken en başta sorulan soru daha önemsiz hale geliyor. Yaralarını usulca saran karakterlerin örtmeye çalıştıkları gerçekler gözden kaybolmaya ve özellikle sonlara doğru kilim gibi örülmüş dünyası kendine daha da yabancılaşmaya başlıyor. Belki bu yüzden kimine çok sinir bozucu, kimine ise ödüllendirici gelebilecek kadar muğlak bir tecrübe Music. Ben sonlara doğru Schanelec’in hazırladığı bu bulmacaya dair hevesimi koruyabilmiş olsam bile göz atabileceğim bir cevap anahtarına hayır demezdim doğrusu. Sanırım ikinci bir sefer izleyip en baştan çözmeye çalışmam gerekecek.
Scrapper
Şimdiden senenin en seyirci dostu filmlerinden sayılabilecek olan Scrapper, annesinin ölümünden sonra bir süredir tek başına yaşayan on iki yaşındaki Georgie’nin birden çıkagelen babasıyla tanışmasını anlatıyor. Filmin Sundance’teki açılışından beri topladığı bunca övgünün kaynağını ilk birkaç dakikasından görmek hiç zor değil. Yönetmen Charlotte Regan, henüz ilk uzun metrajı olmasına rağmen anlatıcılığını sık sık yaratıcı buluşlarla destekleyen, takibi kolay ve keyifli bir büyüme hikâyesine imza atmış. Bir İngiliz banliyösünde geçen film, yine aynı bölgeden çıkmış Andrea Arnold’ın sokağın enerjisine hâkim rejisi ile oldukça duygudaşlık kuruyor ama aynı zamanda Amerikan bağımsız sineması ile de özellikle tempolu anlatım konusunda sıkı bir dirsek teması var.
Charlotte Regan’ın Georgie’yi tanımak ve tanıtmak üzerine buluşları, sanki bir belgeselmişçesine yan karakterlerin onun hakkında kameraya konuştuğu montaj sahnelerinde veya babasının geçmişte nasıl biri olabileceğine dair tüm akıl yürütmelerinin birden ekrana geldiği anlarda ortaya çıkıyor. Scrapper, tüm bu yanlarıyla gerçekten de umut vadeden bir seyir ancak özellikle ikinci yarısında bir ilk filmin taşıdığı eksiklerden de muaf olmadığını belli ediyor. Regan, açılışında vadettiği ilişki dramasını olabilecek en sıradan hikâye tercihleri ile donattığı için nadiren beklenenin ötesine geçen bir metne reva görüyor filmi. Durup dinlenmek ya da senaryosuna bir katman daha eklemek yerine hep ilerlemeyi tercih ediyor. Baba ve kızın arasındaki dinamik, bu yüzden hep bir noktaya kadar keşfedilebiliyor ve ne yazık ki zaten örneğini bilmem kaç kez gördüğümüz bir derinlikten başka bir şeye de tekabül etmiyor bu sınır. Scrapper, finale erdiğinde Regan’ın yönetmenlik becerilerini sonuna kadar sergilediği, senaryosu ortalama bir ilk film olarak kalıyor akıllarda.
Inside
Festivalde izleyebileceğiniz bir diğer ilk film ise Vasilis Katsoupis’ten. Inside, Willem Dafoe’nun canlandırdığı sanat eseri hırsızı Nemo’nun planları pek yolunda gitmeyince lüks bir evde kilitli kalmasını anlatıyor. Katsoupis’in çıkış noktası, ister istemez pandemiyi akla getiren bir tek mekân gerilimi üzerine kurulu. Öyle ki, Nemo’nun tutsak kaldığı ve hiçbir şekilde dışına çıkamadığı bu evi olağanüstü bir şekilde çalışmış bir yönetmenlik var burada. Filmin süresi aktıkça gerçekten de karakterin bedensel ihtiyaçlarını hangi düzeyde karşılayacağı ve ne gibi kaçış yöntemleri uygulayabileceğine kadar ezbere bilir hale geliyoruz evin her bir köşesini.
Filmin sorusu bir süre sonra karakterin evden nasıl çıkacağı değil, en başta neden oraya girdiği üzerine eklemlenmeye başlıyor. Senaryo o ana dek sadece bir tane monologla bize tanıttığı Nemo’nun sefaletini tuhaf rüya sahneleri ile daha da sert kazımaya başlıyor. Katsoupis’in Inside’ta kurmaya çalıştığı hayatta kalma mücadelesi, kurulumunu pek de iyi yapmadığı daha büyük bir anlatıya dönüşmeye çalışıyor gibi hissettim bu yüzden. Tek mekân duygusu, spiritüel ve alegorik bir anlatıya kucak açtıkça biraz daha uzaklaştım filmden. Ancak yine de Willem Dafoe’nun tüm nüansları sünger gibi emen performansı sağ olsun Inside’ın tam anlamıyla dışına çıkabilmem asla mümkün olmadı. Umarım siz de çemberin içinde kalmayı başarabilirsiniz.
42. İstanbul Film Festivali İzlenimleri #1: Music – Scrapper – Inside